Stay Alive

Posted in uncategorized on Şubat 12, 2015 by pigeoning

luzern

Sometimes there are things a man cannot know
Gears won’t turn and the leaves won’t grow
There’s no place to run and no gasoline
Engine won’t turn and the train won’t leave

I will stay with you tonight (forever)
Hold you close ’til the morning light
In the morning watch a new day rise
We’ll do whatever just to stay alive

There is a truth and it’s on our side
Dawn is coming
Open your eyes
Look into the sun as the new days rise

Tek Başına

Posted in uncategorized on Ekim 3, 2014 by pigeoning

Üstümü örten

“Kimse sevmez
Uykum kaçar
Üstümü örten
Annem değil.”

Ne Olursa Olsun

Posted in uncategorized on Şubat 9, 2014 by pigeoning

Mga1

Make good art.
I’m serious. Husband runs off with a politician? Make good art. Leg crushed and then eaten by mutated boa constrictor? Make good art. IRS on your trail? Make good art. Cat exploded? Make good art. Somebody on the Internet thinks what you do is stupid or evil or it’s all been done before? Make good art. Probably things will work out somehow, and eventually time will take the sting away, but that doesn’t matter.
Do what only you do best. Make good art. 
– Neil Gaiman
Mga2

Garip

Posted in uncategorized on Ocak 25, 2014 by pigeoning

Estranha
“Ne garip bir yaşama şekli var bu kalbimin.” – Amália Rodrigues


Bu aralar bir takım hayallerim / değişik projelerim var. Bu tipografik çalışmaları da onların eskizi olarak yapıyorum. Gelişmeler oldukça tabii ki, en önce seni haberdar edeceğim ey sevgili okur!
harfler

2013 Gezileri II: Москва

Posted in uncategorized on Ocak 11, 2014 by pigeoning

Bazı okuyucularım biliyordur, 2012’nin sonundan beri Yandex.Türkiye’nin tasarımcılığını üstlenmiş bulunmaktayım ve ara sıra merkez ofisimizi ve çok sevgili (tamamı Rus) ekibimi ziyaret etmek için Moskova’ya gidiyorum.
İlk gidişim 2012 Kasım’ında olmuştu. Şirkette çok yeniydim, o dönemki ekibim farklıydı ve Moskova çok soğuktu. Dolayısıyla çok hoş bir deneyim olmamıştı ama yine de bir şeyler beni o şehre ufaktan bağlamıştı.
moskova-1Bir gün karşı cinsten biriyle tanışırsın, pek de etkilenmezsin. Gel zaman git zaman arkadaş olursunuz, iyi biridir. Tanıdıkça hakkında ilginç şeyler öğrenirsin ve sende merak uyandırmaya başlar. Ve bir gün karşına sanki bambaşka biri gibi çıkar; belki saçını değiştirmiştir, giyinişi çok etkileyicidir ve her zamankinden daha sempatiktir. Sen de o anda aşık olursun ya? İşte 21 Temmuz’da Moskova’ya ikinci kez gittiğimde başıma bu geldi.
Kışın gri, puslu ve soğuk havası yerini güneşli, kararmak bilmeyen mavi bir gökyüzü ve hafif serin esintilere bırakmıştı. Moskova nehrinin kenarında akşamları insanlar dansediyordu, Gorky Park’ta sabaha kadar eğlenceler sürüyordu. Ve benim son derece yetenekli, bir o kadar da sempatik ve beni oldukça şımartan bir takım liderim, buna ek olarak son derece sıcakkanlı takım arkadaşlarım vardı. (:
Moskova-2Dolu dolu geçen 10 gün boyunca şehrin en popüler barlarından biri olan Noor Bar’a, bir Ukrayna Restoranı’na, çeşitli müze ve sergilere, Nazım Hikmet’in mezarına, bolca şık Cafe’ye, elbette Kızıl Meydan’a ve tabii ki Gorky Park’a gittik. (Edindiğim en tatlı arkadaşlarımdan biri, oradaki Leo Burnett reklam ajansındandı. Kendisi şu an Londra’da yaşıyor ve ben Mayıs’ta yanına gitmeyi planlıyorum.)
mosk031 Ağustos akşamı havaalanına gitmek için taksiye bindim. Binerken içimde bir burukluk vardı. Sonra Moskova Nehri’nin üzerinden, ilk köprüden geçtik. Manzaraya baktım. Ömrümde görmediğim büyüklükte görkemli binalar, mücevher gibi köprüler, alabildiğine yemyeşil alanlar penceremden hızla geçerken kendime de inanamayarak “ben bu şehirde yaşarım!” dedim.
yandex-costumesGeçen ay tasarımcılar konferansı için tekrar gittim. Şehre vardığımda hava -14 dereceydi. Sabah güneş 10’dan önce doğmuyor ve sadece akşamüstü 4’e kadar kalıyordu. Kar mı yoksa su mu emin olamadığım ince ince şeyler yağıyordu mütemadiyen. Yine de orada olmaktan dolayı çok mutluydum. Şehri de, arkadaşlarımı da, özellikle de takım liderimizi çok özlemiştim. Ama sonra çok enteresan bir şey duydum. Orada tesadüfen tanıştığım Rus ressam bir kız, benim bu şehirde yaşayabileceğimi söylediğimi duyduğunda şöyle dedi:
“Türkiye gibi sürekli güneşli bir ülkeden buraya geldiğinde kalbinde hala güneş oluyor. O güneş seni 1 hafta, 10 gün, belki 15 gün idare ediyor. Ama sonra, o bittiğinde Moskova’nın grisiyle ve soğuğuyla başbaşa kalıyorsun. Her gün, her sabah, yağışlı, karanlık bir gökyüzü ne demek? 8 ay bunu görmek ne demek? Gerçekten istiyor musun burada yaşamak?”
Aklıma Kalamış geldi… Bisikletimi özledim. (:
Moskova-4
Çok romantik yazdım, biraz da gerçeklerle yüzleşelim! Buyrun size Moskova hakkında hiç bilmek istemeyeceğiniz, “öf niye okudum ben bunları ya” diyebileceğiniz saçma sapan veriler:
– Her ne kadar termometreniz, şey, yani hava durumu uygulamanız size -14 derece dese de, bu Istanbul’un -2’si civarında bir soğuktur. Artık nem mi az, İstanbul mu bizden nefret ediyor bilemiyorum. Ancak ben sağlam ama ince bir termal içlik üzerine kazak ve paltoyla dışarılarda ıslığımı çalarak keyif içinde gezinebiliyordum.
– İstanbul’un trafiğinden çok mu sıkıldınız? Moskova trafiği verelim? Emin olun böyle bir trafik görmemişsinizdir. Yandex.Haritalar’ı kullananlar bilir, trafiğin derecesini 1’den 10’a kadar gösteren trafik lambamız var bizim. O Moskova’da 9’u gösterdiğinde Yandex ofisinde sevinç çığlıkları duyarsınız: “Oley be! Artık yola çıkabilirim.” Çünkü artık evlerine varmaları sadece 2,5 saat sürecektir 6 saat yerine.
– Moskova’da 2 tür taksi var. Arayarak ya da telefon uygulaması ile çağırdığın resmi taksiler ve yoldan geçen arabalardan elini görüp duran vatandaşlar. Evet, yoldan geçen herhangi bir arabayı durdurup taksi olarak kullanabilirsiniz. Oturmadan önce şöföre nereye gideceğinizi söyleyin ve pazarlığınızı yapın. Bu kadar basit. Güvenli mi? Öyle diyorlar…

– Ve geldik en merak edilen konuya: Ruslar nasıl ısınıyor? A pardon, bu değildi… Heh: Rus kızları!
1. Evet, çoğu inanılmaz güzel.
2. Hayır, benim tipim değiller. Ben latin kadınlarını beğenirim. Biraz kıvrımlı olacak, fıkır fıkır olacak. Ne yapayım buzdan heykelleri. (Latin kadınlarını ne yapacaksam?)
3. Evet, genelde ÇOK KÖTÜ giyiniyorlar.
4. Ve evet, genel olarak erkeklerle Türk kızlarına göre daha ilgililer. Bana biraz umutsuz gibi geldiler açıkçası. Tabii ki “tüm Rus kızları” diye konuşmak çok çok yanlış. Ama benim tanık olduğum olaylardan birini anlatayım: Ağzım açık bir şekilde hayranlıkla seyredebileceğim kadar güzel, kültürlü, üstelik de iyi giyinen bir Rus kız arkadaşım, fotoğrafına bakınca ağzımdan çıkabilecek tek pozitif kelimenin “tombiş” olacağı (ki bunun da o kadar pozitif bir kelime olmadığını farkettim sonra) erkek arkadaşı tarafından terkedilmişti. Kız inanılmaz bir üzüntü içerisindeydi. Beraber bara gittiğimizde etraftaki tüm erkeklerle yakınlaşma çabasına girdi. Ve kendisini çok da sallayan olmadı. Ben de en sonunda dayanamayıp ortak erkek arkadaşımıza “Bu kız neden böyle davranıyor? Çok güzel biri, böyle davranmasına gerek yok ki! Anlayamıyorum.” diye sordum. Adam da bana “meh! Rus kızları genel olarak böyleler, erkeklerin ilgisini çekebilmek için fazla çabalıyorlar.” dedi.
5. Peki ya erkekler? Fena olmayan bir altyapıya sahip olmakla birlikte, reziiil rüsvaaa saç şekilleri, 80’lerden, hatta daha kötüsü, 90’lardan kalma giyim tarzlarıyla göz doldurduklarını söyleyemeyeceğim. Ama aralarından biri çıkıp da biraz kendine bakmayı denerse, siz de ona saatlerce bakabiliyorsunuz…

Son olarak, Moskova ve genel olarak Rusya hakkında en önemli tavsiyemi veriyorum: Sakın ola, asla ve asla, hiç bir şartta oraya arkadaşınız ya da iş arkadaşınız olan Türk bir erkekle gitmeyin! Tabii kendisinden sonsuza dek tiksinmek istemiyorsanız. Niye? diye soracak olan varsa özele gelsin, buraya yazamam.

Arkadaş Olalım

Posted in uncategorized on Aralık 12, 2013 by pigeoning

friends

Dert Etme

Posted in uncategorized on Aralık 9, 2013 by pigeoning

Çünkü:
Image

ah tipografi, sen ne güzel şey-miş-sin…
Bu ilk denememde guaj, posca ve artline kullandım. Gidip daha fazla boya almak şart oldu. Oley!

2013 Gezileri I – København

Posted in uncategorized on Aralık 7, 2013 by pigeoning

Bu sene hayatımın en koşturmacalı, bir o kadar da güzel senelerinden biriydi.
Çocukluk hayallerimin bir çoğunun gerçekleştiği ama hızlıca geçen şu koca yılda tatildi, iş gezisiydi, eş-dost akraba ziyaretiydi derken 8 kez yurtdışına çıkıp toplamda 7 ülke görmüşüm: Hollanda, Danimarka, İsveç, Rusya, Amerika, İtalya ve Almanya.
iPhone’um, bakarken içimi keyif kaplayan onlarca fotoğrafla dolu.
(Bir tasarımcı olarak iPhone’la fotoğraf çekmeye utanmıyor musun diye soranlara cevabım, yıllarca taşıdığım SLR makinaların sırtımda ağırlık yapmak ve ışığı ayarlayacağım diye anı kaçırmak dışında çok da bir katkısı olmadığını farkettiğimden beri bu tercihimden son derece memnunum. Ama şimdi bir de La Sardina‘m var.)
Gittiğim her yeri anlatmaya kalksam çok ama çok uzun bir yazı olur. Ben de şahsen azıcık olan boş vaktimi gezi yazıları yazarak değil, resim yaparak geçirmeyi tercih ediyorum. Ancak hem siz değerli okurlarım, hem de kendim için bazı ufak notlar tutmuştum, onları paylaşacağım. Hollanda’da bisiklete binmek ve bira içmek dışında çok fazla bir şey yapmadığımdan Danimarka ile başlıyorum.

ImageKopenhag:
Şehre vardığımda edindiğim ilk iki izlenim vardı:
1. Neredeyse bütün dükkanlar “tasarım” dolu. Mobilyalar, kıyafetler, takılar, oyuncaklar, çanak çömlekler ve ev tekstiline dair ürünler… Çok çeşitli olmamakla beraber oldukça minimal, son derece yaratıcı ve bir o kadar da pahalılar. Renkleri ve desenleri kullanışları bende ciddi bir hayranlık uyandırdı. En güzel örneklere şuradan ulaşabilirsiniz.
2. İnsanlar aşırı güzel! En azından gençler. Yaşlılar konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim ne yazık ki. Hatta kadınların 40 yaşına kadar olağanüstü güzellikte, adeta birer melek olup; 40 yaşına bastıkları gün kadınlıktan vazgeçip, saçlarını kısacık kestirip ve boyatmayı bırakıp, ayaklarına treking sandaleti ve üstlerine de cargo pantolon geçirip südyenlerini de yaktıklarını düşündüm. Bir de o kadar uzun boylular ki, bazı gençlerin bile eğilmekten sırtları kamburlaşmış. Ve genç erkeklerde atlet giymek oldukça yaygın =(
Ama onun dışında esmer ve nispeten minyon bir insan evladı olarak sokaklarda yürümek pek özgüven pompalamadı, kendimi hafiften böcek gibi hissetmedim değil.
ImageKopenhag hakkındaki diğer izlenim ve tavsiyelerimi de şu şekilde sıralayabilirim:
1. Kopenhag’a kadar geldiyseniz bir zahmet dünyanın en güzel köprülerinden biri olan Oresund’u da geçip Malmö’yü görün. Zaten yürüyerek 2 saatte biten bir şehir. Benim gibi sanat meraklısıysanız Moderna Museet’i mutlaka gezin. Ben oradayken Scandinavian Pain isminde inanılmaz etkileyici bir sergi vardı. Gördüğüm için tarifsiz bir mutluluk duyuyorum.
Image2. Çok bahsedilen Christiana’yı MUTLAKA görün. Hem gündüz dolanmaya hem de gece içip eğlenmeye gidin. Bambaşka, hippie bir dünya. Oranın yakınındaki “Our Savior’s Church“ün 400 basamağını tırmanın. Ama basamaklar çok dik, inerken dikkat edin, benim gibi baldırınızı sakatlamayın.
3. Downtown Hostel’de kalın, her akşam dünyanın dört bir yanından gezginlerle tanışın. Ben ilk gece bir Californialı, bir Fransız ve bir Avustralyalı ile Christiana’ya gittim. Ertesi akşam bir İspanyol ve bir Katalan ile İspanyolca ve Katalanca bilgimi tazeledim. Ertesi akşam Şili’li arkadaştan Meksika’daki çeteler ve mafyalar hakkında tüyler ürpertici hikayeler dinledim. Sonraki akşam Avusturya’lı kızlarla Avusturya ve Almanya’yı karşılaştırdım,… Eğer hostelde kalmak istemiyorsanız da, akşam alt kattakı barına mutlaka uğrayın, zira Kopenhag’ın yerlilerinden bile bir çok kişiye rastladım içmek için oraya gelen.
4. Copenhagen Card alın, toplu taşımaya ve müzelere acaip paralar bayılmayın.
5. Sanattan nefret ediyor olmadığınız sürece Louisiana Museum of Modern Art‘a gidin! Masalsı bir yer. Ben gittiğimde Yoko Ono sergisi vardı. Epey enteresandı açıkçası.
Image
Bunun dışında Kopenhag’la ilgili aklınıza gelebilecek sorular için yorum yazın, elimden geldiğince cevaplarım. Zira küçücük şehirde tam 6 gün geçirdim! (İyi ki de öyle yapmışım.)

Hypergraphia

Posted in uncategorized on Kasım 2, 2013 by pigeoning

UstusteSenelerce okunan onca Irvin Yalom, alınan sayısız aydınlatıcı felsefe dersi, Schopenhauer’le, Wittgenstein’la geçirilen yüzlerce saat, beni kafamdaki soru işaretlerinden kurtaran doktorumla 2009 yılında Feneryolu’nda ve Şişli’de yaptığımız tüm seanslar…
Hiçbiri bana şu sorunun cevabını veremedi: Bir insanı, hayatında güzel giden şeyleri durup da sorgulamaya, daha doğrusu negatif bir şeyler arayıp, bulamasa bile kuşku ve endişe tohumları ekmeye iten motivasyonun kaynağı nedir? Sanırım hayatın, çoğu açıdan seni tatmin eder olduğunda “peki o zaman ben ne için çaba göstereceğim şimdi?” diye panikliyor insan.

Ama sorun bu değil.

Yukarıda yazdığım tüm o çabalar sonucu, yıllarca beni huzursuz etmiş duyguları ve düşünceleri kontrol altına almayı öğrendiğimi sanıyorken, bu tarz düzensiz kafa yapılarının hiç bir zaman tamamen yok olmayıp sadece ortaya çıkış şeklini değiştirdiğini farkettim bir anda.

Ama bu da sorun değil.
Çünkü o kafa yapısı beni, kendimi daha fazla ve daha fazla ifade etmeye, ve bunu da kağıtlarla, boyalarla; kelimeler ve çizimlerle yapmaya itiyor. Ve hangi tasarımcı istemez ki bu üretimlerde bulunmayı?
(:

Japon Çömleği

Posted in uncategorized on Eylül 8, 2013 by pigeoning

Az önce dinlediğim bir TED konuşmasında, şu ana kadar gördüğüm en güzel metaforlardan biriyle karşılaştım. O kadar etkilendim ki, sizlerle paylaşmak istiyorum.

Image

Bu gördüğünüz Japon çömleği yaklaşık 100 yaşında ve Washington DC’de, Freer Gallery’de sergileniyor. Genelde oldukça sağlam olan Japon çömleklerinin bu örneği, 100 yıl içerisinde bir zaman kırılmış. Fakat çömleği yapıştıran kişi, çatlakları gizlemek yerine, altın renginde lak kullanarak onları iyice ortaya çıkarmış.
Ve eminim hepimiz hemfikiriz ki, çömlek eski halinden çok ama çok daha güzel gözüküyor…
Julie Burstein’in konuşmasında da dediği gibi: “Bir yaratım ve yıkım, kontrol etme ve oluruna bırakma, kırılan parçalarımızı toplama ve bunlardan yeni bir şey ortaya koyma döngüsü içinde yaşıyoruz.”
Bu döngüde kaybettiklerimizden ve acılarımızdan sonra nasıl ilerleyeceğimiz bizim elimizde.